Bölüm Bir
1535 Bursa
Geniş avludan yayılan çocuk cıvıltıları, yeni bir düğün alayının gelmekte olduğunun habercisiydi. Bağrışmaların şiddetine ve muhteviyatına bakılırsa bir sünnet alayı olmalıydı bu. Zira bu mübarekleri ziyarete gelenler arasında evlenmek üzere olan gelin, damat ve taifesi, türbeye hayalet gibi sessizce gelir ve içlerinden ettikleri duanın her kelimesi herkes tarafından tahmin edilmesine rağmen kulaklara çalınan hiçbir ses olmadan sessizce giderdi. Sünnet alayının gelişi ise henüz daha çok uzaklardayken belli olurdu. Önce nal ve tekerlek seslerine karışmış belli belirsiz çocuk haykırışları duyulur; ardından kesilen bu seslerin yerini gittikçe yaklaşan ayak sesleri alır, en son olarak da bir şey yakalamak için didişen çocuk haykırışları ve koşuşturmaları işitilirdi. Deprem gibi önce gürültüsü, sonra kendisi gelirdi sünnet alayının.
Yine de Türbedar daha çok severdi sünnet kalabalığını. Zaten yılın belli dönemlerindeki toplu sünnetlerin haricinde münferit yapılan sünnet düğünü de pek olmazdı. Ancak şehrin ileri gelenlerinin çocukları mazhar olurdu böyle özel törenlere. Şimdi sesi yaklaşan da işte böyle bir düğündü. Zira bu seneki toplu sünnet merasimi 2-3 hafta önce yapılmıştı.
Yaklaşmakta olan kalabalığın sesini dinlerken birden seneler öncesine gitti, Türbedar. Kendi sünnet düğününü anımsadı. Aman Allah'ım! At meydanına akan o kalabalık da neydi öyle? Mahşerî bir topluluk. Her sokak arasından akın akın gelen insanlar meydana toplaşıyordu. Şekerden yapılan dev heykellerin etrafında pervane olmuş çocuklar, kendilerine bir pay bekliyordu. Bir tarafta havaya saçılan paralardan kapmak için şamatayla meydanda koşuşturan bir topluluk, diğer tarafta ise sadece müziği dinleyip etrafı seyreden, olup biteni takip eden bir grup. Tahta atlarda oynayan çocuklar, ip cambazları, hokkabazlar, fişek atışları hatta zürafa, aslan, fil gibi hayvanların kafesler içerisindeki geçit töreni ve daha neler neler... Tüm bunların yanında bu şatafata bakan ama göremeyen, bu eğlenceyi tam manasıyla yaşayamayan sünnet çocukları… Onlar da biraz heyecan, biraz sevinç, biraz korku ama en çok da gururla merasimi seyrediyorlardı. Ağaçların altına kurulan yataklarda ise anne babalar, çocuklarının sırasının gelmesini beklemekteydiler. Sırası gelen çocuk, kirvesiyle cerrahın odasına götürülüyor, elleri sinesinde çapraz olacak şekilde tutturulup arkadan kavranıyor, bir kişi de çocuğun bacaklarından tutuyordu. Sünnet olurken bir iki hokkabaz ellerinde deflerle ortalığı velveleye verir, böylelikle ağlama seslerini diğer çocukların duymasını engellerlerdi. Türbedar, yüzünde bir tebessümle o günleri anarken kendi bağrışlarını deflerin değil, davulcuların bile bastıramadığını, kendi sesiyle dışardaki çocukların ağlamaya başladıklarını hatırladı. Hatta o kadar ki; o sırada şahnişe çıkmaya hazırlanan şehzadelerin de seslerden etkilenmemesi adına bir süre daha içeride tutulmuşlardı.
Türbedar, daldığı hülyalardan uyandığında sünnet çocuğunu türbenin önüne gelmiş, ellerini göğe açmış dua ederken buldu. Yaklaşık 10-12 yaşlarında kara yağız bir çocuktu bu. Çocuğun yüzüne bakıldığında ilk göze çarpan, babasıyla olan benzerliğiydi. Aradaki tek eksik, babasının her gün, hiç olmadı iki günde bir özel olarak Datça'dan getirttiği badem yağıyla resmen yıkadığı bıyıklarıydı. Babası, çocuğun hemen arkasında birkaç eş dost ile birlikte beklemekteydi. Babanın yüzünde açıkça fark edilir bir gurur ifadesi vardı. Çocuk duasını bitirmiş, göklerden indiğini varsaydığı nuru avuçlarına toplayıp yüzüne sürmüştü ama halen olduğu yerde duruyor, türbenin içinde tam da bir noktaya kilitlenmiş, bakıyordu. Bu bakışları çok iyi biliyordu Türbedar. Bilmeyene boş gelen ama içinde çok anlam olan; sorgulayan, duymaya, anlamaya, görmeye, bilmeye çalışan bakışlar… O anda gördüğünü değil evvelini, nedenini, sonucunu, tüm detayları anlamaya çalışan bakışlar. Bakışlarını yavaş yavaş odağından koparan çocuk, Türbedar'a döndü. Türbedar'a az önce 'bakışlarımın merkez noktasında yatan zat-ı muhteremin her şeyini öğrenmek istiyorum ve türbedarı olduğuna göre onu bana ancak sen anlatabilirsin' der gibi baktı ve babasının yanına doğru seğirtti. Çocuğunun başını okşayan baba, iri cüssesinden hiç de beklenmeyen bir incelikle 'Daldın yine evlat, vakit geldi.' dedi.
'Daldın yine evlat…' Türbedar'ın çocukken ne kadar da çok duyduğu bir cümleydi. Bu dalıp gitmeleri yüzünden çok azar işitmişti babasından. Hatta sünnet olacağını ilk öğrendiği gün, tarladan dönen babasının kirlenmiş ellerine tulumbadan çektiği suyu dökerken bir toz bulutu eşliğinde yaklaşan atlıya bakakalmış, bu yüzden döktüğü su babasının paçalarını ıslatmış ve ensesine okkalı bir tokat yemişti. Gelen, komşuları Mustafa'ydı. Atından inen Mustafa, elini çocuğun tam da tokat yediği yere koyup şefkatle sıkarken, 'Nasılsın koç? Müjdemi isterim, yakında tam bir erkek olacaksın.' deyip babasıyla birlikte evin içine girmişti. Çocuk, babasından aldığı terbiye üzere, başkalarının konuşmalarına kulak kesilmenin ya da yoldan gelen geçen birine uzun uzun aşırı dikkatle bakmanın ayıp olduğunu bilmesine, böyle bir edepsizliğin babası tarafından cezasız bırakılmayacağına emin olmasına hatta bunun ufak bir tatbikini az önce yaşamış olmasına rağmen kapının ardına çömelip konuşmaları dinlemeye koyuldu. Babası tarafından en hafifiyle azarlanmasına neden olan bu densizlikler arasında en çok da birilerine boş boş bakarken - bu babasının benzetmesiydi kendisine göre bu densizlik değildi ve asla boş bakmıyordu ama bunu anlatsa da anlamazdı- yakalanıyordu. Bu dikkatli bakışlar mahallelinin de dikkatini çekmiş, hatta bir ağaç altında soluklanan iki çoban veya sergisini açmış iki esnaf ya da sohbete dalmış birkaç muallim arasında konu bile olmuştu. Onun bakışlarına bir anlam yüklemeye çalışan bu insanlar, bu girişimlerinde başarılı olamayınca ya da kendi yükledikleri anlamdan kendileri rahatsız olduklarında, onu babasına şikâyet etmekten geri durmuyorlardı. Bu ve buna benzer çokça olay yaşanmasına rağmen o, odanın kapısının yanına, babasının görüş alanının dışına saklanmış, konuşulanları dinliyordu. Duyabildiklerinden anladığı kadarıyla Fatih'in torunlarının sünnet düğünü ile yine Fatih'in ölen büyük oğlundan olan torununun evlilik merasimi yapılacak, esnafların geçidinde Mustafa da bulunacaktı. Biraz daha detay için kulağını duvara iyice dayadığı sırada diğer kulağında bir acı hissetti. Bu, babasının iri eliydi. Çocuğu kaldırdı, 'Gel bakalım, bundan sonrası seni de ilgilendiriyor.' dedi. İlk defa hiddet ile şefkat karışımı bir hareket görmüştü babasından. Kulağını çekiyor ancak bakışı ve ses tonuyla da resmen okşuyordu. Kulağındaki kızarıklık acıdan mı, yoksa o an yaşadığı mutluluk, utanç ve heyecan karışımı duygulardan mı bilemedi. Babası, çocuğu sırtına dokunup odaya aldı ve müjdesini Mustafa'nın verdiği haberi onunla da paylaştı.
Şimdi bugün türbede gördüğü bu baba oğul Türbedar'ı geçmişe götürmüş, sünnet çocuğunun bakışlarında kendi geçmişini, kendi bakışlarını, meraklarını görmüştü. Babasıyla birlikte uzaklaşan ve her 5-6 adımda bir geri dönüp bakan çocuğun tekrardan geleceğine o kadar emindi ki, az önce çocuğun dua ederken bakışlarının ve merakının odaklandığı yere döndü ve, 'Eee mübarek Korkud. Birileri seni tanımak, bilmek ister. Müsaade var mıdır?' diye sordu.
. . .